aziz nesin’le beraber dall-e’den bizi var etmesini istedik


her insan bu dünyada var olduğunu kendine göre bir yol bulup başkalarına anlatmak zorundadır. yoksa anlamı kalmayan hayat bir saçmalık olur…. bir insanin yaşamakta olduğunu salt kendisinin bilmesi yetmez… bir insanin bu dünyada var olduğunu, yaşadığını başka insanların da bilmesi gerekir ve bunu nice çok insan bilirse o insan o denli çok vardır.

çok güzel bir alıntı değil mi? peki sen kaç adet varsın? kaç kişi senin varlığından haberdar? nasıl var olduğunu insanlara haber ediyorsun?

ben, mesela; arada bu bloga gelip öylesine birşeyler yazıp gidiyorum. belki birilerinin yolu yanlışlıkla buraya düşer de varlığıma şahit olur. yusîv da öyle yapıyor. o da hep var olacak. hem de dünyanın en güzel lisanıyla var olacak. fonda kürtçe bir melodiyle.

bu arada dall-e diye biri bu aralar. tanışmmışsındır. ona da var olduğumu kaydetmesini istiyorum. zihinsel dünyamı resmetmesini emrediyorum mesela. emre amade birisidir, itiraz etmez. çalışmalarında mutlu çizmiyor ama başarılı.

dall-e: kimi çizelim efendimiz?

cînorek: ‘kargalara öğretmenlik yapan, başında afrika’nın bir yerlerine ait turbanı ile hüzünlü bir adam; maud lewis tarzi pastoral bir tablo’ olsun lütfen.

dall-e: emredersiniz, efendimiz.

bugün de var olduk. kalın sağlıcakla.

bu arada baştaki alıntı aziz nesin’den. bak aziz nesin de bu vesileyle biraz daha var oldu.

hepimiz kültürel bir hapishane içerisinde yaşıyoruz


içinde bulunduğun toplumun kültür normlarının senin için herşeyi belirlediğinden rahatsızsan, yani eğer kültürel bir hapishanedeymişsin gibi hissediyorsan,
ara ara şöyle bir şey yap.
bu bir tür test:
sahip olduğun her şeyi çıkar masaya koy;
dinini,
etnik aidiyetini,
hatta farklı canlılar içinde seni tanımlayan kimliği, ne diyorduk ‘hayvan-ı natık’,
mesleğini;
zenginliğini veya fakirliğini,
aileni…
….
tamamen üryan kal.
….
bedensel üryanlık değil kastettiğim.

ondan da öte, derini de çıkar.
göz rengini de.
tanımlayıcı bir şey kalmasın.
saç stilini hakeza.

masada çok şey birikmiş olmalı şimdi. tekrar giyinme vakti.
bu arada masa da masaymış ha. bana mısın demedi.

sonra masadakileri birer birer al eline. tefekkürle. bu kelimeyi çok seviyorum.
tefa’ul babından mübalağa ile fikir üretme durumu.
ne diyorduk.
devam edelim.
farklı perspektiflerle düşünerek giyinmeye çalış.
ilk defa deniyormuşsun gibi.
eline din gömleğini aldığında mesela.
İslam’ı yeni tanımaya çalışan bir Koreli gibi düşün.
neden o elbiseyi giymelisin. yakışacak mı sana?
gerçekten inanıyor musun? islam’ı ne kadar tanıyorsun ki?
öteki dinler hakkında bir fikrin var mı?
tamam, hazreti isa yaratıcının oğlu değil. bir kul. bu kısım aklına yatıyor. ama yine de iki seçenek içinden islamı seçmene yetecek mi. düşün korelisin bir de, daha farklı alternatiflere sahipsin.

neyse
diğer kıyafete geç.
teste girmeden önce anne~baba dediğin o iki insan evladını al karşına. çok sevdiğini söylüyordun değil mi. annen ve baban senin annen ve baban olmasaydı peki. yine aynı şekilde sevecek miydin.
psikolojik bir rahatsızlığı vardı hani annenin. yabancıları pek sevmezdi.
sen de yabancı oldun. ne yapacaksın. ex-annene selam bile vermeden yoluna devam mı ediyorsun. sorun yaşamayalım nemelazım.

herneyse uzatmayayım.
testimiz çok basit.
kıyafetlerini tanımaya çalışıyorsun bu yöntemle.
sahip olduklarına bağlılığını sağlayan nedir, bunu sorguluyorsun. o zaman
bedensel şeklin, kültür çevren, kimliğin seni kısıtlayan bir şey olmaktan çıkıyor. objektif düşünmeye başlıyorsun. sahip olduğun şeyleri daha farklı tartıyorsun. gerçekten neye inandığını farkediyorsun.
veya inanmadığını.

li 3 welatên cûda peyva ‘sitî’


sitî peyveka kurdî ye. herwiha li welatên kurdan navek ji bo jinan e.
~~~
ew peyv her tim bi min ecêb te. ez ê niha ji we re behsa 3 welatan bikim. li wan her sê welatan jî ew peyva heye û derbarê jinan te gotin. lê nizanim eslê wan yek e yan na.

*li kurdistanê
*li endonezyayê
*li hindistanê

li kurdistanê naveka popûler e. di destana memê alan de derbas dibe. navê xûşka zînê sitî ye. herwiha di berhemên modern de jî heye; jina reîs bey e, di fîlma vizontele de û sitî xanîma şanoger e, di rêzefîlma mala minê de.

li endonezyayê jî weke navê jinan te bikar anin. google dibêje ew navê herî popûler e di nav jinên endonezî de. min ew peyv ji hevalekê xwe yê endonezî pirsî. got te maneya banû, xanîm. (* li bajarê ez niha dijim, li seûlê lokanteyeka endoneziyan heye, nav siti sarah e. xwediyê lokantayê navê xwe daye dikana xwe)

li hindistanê jî ew peyv heye. lê hebekê cûda ye. seba kuştina jinan paş mirina mêrên wan te gotin. di hinek mezhebên hinduîzmê de ew rîtuel heye. gava mêrek dimire bi meyîtê wî re hewre jina wî jî dişewtinin û dikûjin. ji bo wê rîtuela û jina te kuştin re jî dibêjin sitî/sati/suti:

gava memko lavê xwe kuşt


memkoyê hêwilnak çavên xwe bi xofeka mezîn vekiriye. lavê vî di destên vî de rûhê xwe jê diçe. li serê vî xwînek diherîke ber bi stuyê vî.

yên bêjin memko lavê xwe bi destê xwe kuşt.
navê lavê xwe jî memko ye. memko lavê memko. memkoyê piçûk dibû ku bibûya mîratgirê eşîra şekakan.
ê niha bi awayekê bêdengî xêrhatina jiyaneka nû dike.

nehiştin. fitnekaran jehrkirin hişê bavê vî. êdî pir dereng e.

mirin hem tehl e hem şirîn e. hem xof e hem aramî ye. xûye dike ku tehl û xof bûna wê ji bavê re maye, memkoyê piçûk aramî û şirînî hilgirtiye û diçe.


nîgar: ilya repin, “ivan lavê xwe dikuje” (1581)

ölümlü bir elin intikamı.


dev bir kaya var. en tepesi kağıt gibi ince ve sivri. insanlar o kayaya tırmanıp bir ayin eda eder gibi intihar ediyorlar. hepsi aynı şekilde. ellerindeki bıçakları, kendi bogazlarına saplayarak. fiziksel bir zorlama olmadan. tamamen kendi iradeleriyle. kimisi en tepeye ulastığında bunu gerçekleştiriyor kimisi henüz ortalardayken. bedenlerinden akan kan kayanın yamacındaki çalılıkları suluyor. hayır, bir düzeltme yapmam lazım. çalı değil daha ufak otlar onlar. sonbahar yağmurlarıyla yeniden doğan otlar gibi. ölü bedenler bir süre sonra kayanın dibine doğru yuvarlanıyor.
o kayaya tırmandım.
niçin yaptım bunu bilmiyorum. hatırladığım tek şey, o sonu gerçekleştirmek için oraya tırmanıyordum. yolda tereddüt eden iki yaşlı insana bıçaklarını boğazlarına saplayıp ayinlerini tamamlamada yardım ettim. içlerinden birisi vazgeçmek istedi. biraz zor kullanmak mecburiyetinde kaldım. içimdeki dürtü bunun kutsal bir bir görev olduğunu, muhakkak herkesin yapması gerektiğini söylüyordu. en tepeye ulaştığımda kan kırmızı bir gün batımı vardı. güneş de bir çeşit kızıl elma olmuştu.
sonra nasıl olduysa aşağı indim…
en tepedeyken bıçakları boğazıma saplamayı unutmuştum.
elimde iki bıçakla şehirde geziyordum. köy de olabilir.
sonra şehir bir suriye şehrine dönüştü. başlangıçtaki ütopik durum kayboldu. daha gerçekçiydi. ama ellerimdeki bıçaklar. onlar elimde duruyordu öylece. iç savaş vardı. birçok farklı grup çatışıyordu. kürtler vardı, birinci grup araplar -bunlar bizim desteklediklerimiz olmalıydı-, biz kimdik, ikinci grup araplar, kürtleri destekleyen araplar, kendimi kürt olarak mı tanıtmalıydım, kürtlerden nefret eden araplar, hristiyanlar, işid, ve daha birçoğu… bulunduğum şehrin, köy de olabilir, kimin hakimiyetinde olduğunu kestiremiyordum. insanların beni karşı cepheden biri zannetmelerinden korkuyordum. işid kontrolunde bir sehirde kürt olmaktan korktum. esad’in eline düşmüş bir cihatçı. ama her nedense o bıçaklardan kurtulmayı beceremiyordum. ellerimdeki bıçakları göstere göstere sokakları geziyordum. tir tir titreyerek.
kayaya tırmanırkenki sahip olduğum soğuk kanlılık yok olmuştu.

anlatmayı kesti. belki de hikaye burada bitiyordu.
sonra pencereden yağan karı izliyormuş gibi dalıp gitti.
Sormadım.
geçen 3 yıl boyunca nereye kaybolduğunu, neden ailesi dahil kimseye haber etmediğini.
muhtemelen aynı yalanı söyleyecekti bir uzak doğu ülkesinde yüksek lisans yapıyordu. herkese farklı bir ülke ismi söylemişti. japonya, hong kong, malezya…

crow series – homo sapien şapşalı ile gezegeni paylaşmak


aynı yaşam alanını paylaştığımız homo sapiens, içinde birçok çelişki barındıran bazen cahil, yıkıcı bir varlık bazen ise çok merhametli ve sevimli olarak çıkıyor karşımıza – bu şapşal canlıya karşı nasıl hareket edeceğimizi kestiremiyoruz.

fotoğraf: C.V. Subrahmanyam, ‘degerli bir dost’

evet. pek dost yanlısı bir tür olmadığımız söylenir. çokları bizi itici ve soğuk bulur. ama herşeye rağmen bu insan şapşalların bazısını görünce kaynaşıveriyoruz.

qeyd û bend; hebek mohsen namjoo hebek ciwan haco


îro bi xêra kanala gîska gerok (youtubewan) rastê ciwanek kurd hatim; azîzko. an gorê gotina xwe 70% avahisaz e. ango mîmar. 30% jî ya din e. yanî hûnermend e. enstrûmana xwe lê dixwe û kilamên xwe dibeje. çirokên xwe tine ziman.

navê grûba xwe qeyd û bend lê kiriye. lazîm ninû em stîla wî dabeş bikin lê ez bi kurtasî bejim; hem tahma mohsen namjoo hem jî bêhna ciwan haco heye.

de warin em gûhdar bikin.

by the way, ee kanala gulêê çi xweş bû. dive ez carek qala wê jî bikim.

gîska gerok û qeyd û bendê bişopinin.

Xwedê dilovan bide rehetiyê.

ez çûm.

sonsuz yaşam korkusu üzerine.


fakat. sonra adam uykuya daldı—- uyku bir çeşit bedenden ayrı yolculuk etme durumudur, derler. bir et kütlesinden oluşan bedenini bir yere parkedip ruhunu alıp gidersin. sonra tekrar gelip o bedeni hareket ettirip kaldığın yerden devam edersin. araba gibi. ama onun için öyle olmadı. uykuya dalan adamdan bahsediyoruz. geri geldiğinde bedeni çalınmıştı. bu işle uğraşan birileri varmış. yeni bir örgüt. ölmemiş-ama-ruhsuz-bedenlerin peşindeler. laboratuvarlarında kullanmak için topluyorlar. bunun için özel bir teknik geliştirmişler. açık alanda uyuyakalan insanları avlıyorlar. otobüs durağında uykuya dalan bu adam da tam aranan cinsten.

bedenini çaldıran adam sonsuz boşlukta kaldı.”ölüm” dedi. bedenin yoksa ölüm nasıl olacak.
bir beden lazım ölmek için. savaş uçakları köyü bombalar, etrafa parçalanmış bedenler saçılır. ölümler olur. asansörün boşluğuna düşüp yere çakılır dikkatsiz işçi. birkaç saat sonra yanında hafiften pıhtılaşmış bir kan kümesi birikir. ölüm olur. veya ani değil öyle, çürüyüp giderek. 80 yaşında yatağında cildi büzüşmüş olarak. bir elveda.

….
when I’d still had a body.
….

ölümü çok takmaya başladım galiba. taptaze bir sendrom. James bunun için 30 yaş sendromu dedi. benimle beraber sınıftaki öteki yabancı. geçermiş. evet 20 gün önce 3.0 sürümüne geçtim. yaşlanma.

yavaştan geçmişin bazı bölümleri bulanıklaşıyor. geçmişim denize dökülmüş gibi. birazı yüzüyor. birazı batık-kayıp.
anılarım var ama imgesel. başlangıç noktası şu galiba. erzurum’un yaylasında büyük bir kayanın üzerinde kayadaki yosunlar koparılıyor. bu kadar. öncesi ve sonrası yok. neden o detay?

istanbul var. düşündüğümde dağınık bölümler var. bir kısmı….
kopar….c
ne.

bir yerde hayatım sona ermiş gibi. ama tam olarak nerede. kestiremiyorum.

ne zaman bu ülkeye geldim?

türkiyeli değilim artık, asyalı, koreli hiç değilim. hiçbir yere bağlı değilim. sorumluluk yok, nefret yok, önyargı yok, …
serbest salınım.
tarafsız sahada oynanacaktı maç.
ama beklenmeyen şeyler oldu.
….

abbas kiarostemi û yaşar kemal


ber mirina xwe abbas kiyarostemi dixwaze straneka taybet gûhdar bike. û keçikeka bedew seba wî stranê distirine.

gava ku min ew vidyoya dit yaşar kemal hat bira min.
çaxa ku sitranên aynur doğan gûhdar dikir wî jî werg temaşa dikir.

maslahatım.


 

fani.nokta.fani.nokta.fani.nokta.fani. 

Türkiye’ye dönmek, evli olmak, tekdüze işlerde çalışmak…


baharın en güzel günlerindeyiz madem, yeni bir başlangıç olsun.
bir blog bu. 9 yıldır burada. kayda değer bir süre. o yüzden devam etmeli.
bu blog başta öznel bir günlüktü. yazma pratiği için tutulan bir eskiz defteri gibi. sonra birilerinin okuduğunu fark ettim. hatta yakınlarımdan kimseye bahsetmesem de ailem tarafından da farkedildi.
o yüzden artık burada ne yazacağımı bilemiyorum.
hep güzel müziklerden, kargaların gizemli dünyaları gibi şeylerden bahsetmek istiyordum.
sonra baktım her defasında kendimi istemeden ifşa ediyorum. her seferinde bir suçluymuşum gibi geliyor.
ama
artık sorun değil. böyle bir ortamda yüzleşmek lazım kendinle.
kimim ben.
bir yurtdışı kaçkını.
ne yapmaya çalışıyorum. ne istiyorum..
Türkiye’ye dönmek, evli olmak, tekdüze işlerde çalışmak… bilmiyorum henüz bunu isteyip istemediğimden emin değilim.
siyasi çizgim.
yok öyle bir şey.
tüm politik çevrelere olabildiğince aynı uzaklıkta, olabildiğince aynı yakınlıktayım.
neden farklı dillerde yazıyorsun burada.
seviyorum. nokta. o yazıların içeriğini merak ediyorsan sor tek tek çevireyim sana. korkma anarşizm manifestosu değil onlar.
buradayım.
dileyen olursa çaya beklerim.
bu arada güney kore çok tuhaf bir yer. her şey çok tıkırında. bir süre sonra yaşamadığını zannediyorsun. galiba hayata temas en çok sorunlarla hissediliyor.

görselde, seul’de bir sokakta karşılaştığım bir şey. bi mini tablo. sokakta.

intihar anımı sabote eden koca göbekli bando şefi. 


intihar oranın dünyada en yüksek olduğu bir ülkede yaşıyorum. henüz bir vakıayla canlı olarak karşılaşmadım. ama eğer karşılaşırsam intihara yeltenen kişiyi edip cansever’in şu hikayesiyle ikna etmeyi düşünüyorum; 

“genç bir kız tanımıştım. üstelik çok da güzeldi. işte o genç ve güzel kız bir sabah kalkıyor ve intihar etmeye karar veriyor. giyinip süsleniyor üstelik. ilaç dolabından iki tip nembutal alıp masanın üzerine boşaltıyor. tam o sırada bir bando-mızıka takımı geçiyor kapının önünden. genç kız içgüdüsel bir hareketle pencereye koşuyor. gözü bando şefinin göbeğine takılıyor nedense. çılgınlar gibi gülmeye başlıyor. sonra da… masanın üstündeki nembutal tabletlerini avuçlayıp konfetiler gibi savuruveriyor pencereden.”

oradaydım ve cinayeti gördüm. 


tabancadan duman çıkmıştır şimdi.

biraz da barut kokusu odaya. 

o şimdi ne yapıyor şu anda. orada. o tek odalı evde. 

donmuş bir vaziyette duvara bakıyordur belki. oradaydım ve cinayeti gördüm. veya filmdeki kötü adam karakteri gibi bir kahkaha ile gülüyordur. 

hayır hayır. bir çocuk o. korktu. ellerini kulaklarına götürdü ve kurtarılmayı bekliyor.  

ne düşünüyor acaba. 

bir ceset yok ortada. 

ama silah ve barut. 

ne dediğimi anlıyormuş gibi yap. 


bu bloga anlamsız şeyler yazmak istiyorum artık.an-laşılmaya çalışmadan. 

tabancayı aldı ve ateş etti. tabancayı aldı ve ateş etti. tabancayı aldı ve ateş etti. tabancayı aldı ve ateş etti. tabancayı aldı ve ateş etti. 

oğuz atay, koca oğuz atay geçti bu dünyadan, anlıyor musun?

di herba koreyê de kurdekî bênav. 


herba koreyê sala 1950’ê destpêkir. 5 salan berdawam kir.

ew herba bû sedema gellek bûyerên xemgînî.

ji vê demê hetta îro li ser herba koreyê gellek pirtûk hatin nivisîn, gellek fîlm hatin çêkirin, gellek stran hatin gotin.

lê tew yek qasê wê strana ku bi zimanê kurdî hatiye gotin bi ma’ne û bi keser nebû.

meso xidirê min meso. 

mere xidirê min mere. kore ki dere dersim ki dere. mere.

li ser eskerekê dersimî ku tere herba kore hatiye gotin.

navê wî xidir bagana ye. tenê dikarî navê wî di nav listeya eskerên tirk ku di herba kore de şehit ketin de bibinî.

tenê ewkas.

ewkas bêxwedî.

koreya başûr her sal bi çalakiyan sipasiya xwe ji gelên ku vê demê alikarî ji koreya başûr re şandine re tişine; tirk, yewnan, hebeşî, amrikayî…. modu kamsahabnida* ( sipas ji we hemûyan re)

gava mirov nikare navê “kurd” li vêr bimine vê çaxê mirov baş fehm dike ku diya xidir rast gotiye. “kore kidere xidirê min.mere tû seba ke terî?”…

~~~

wêne: izzet kehribar, koreya başûr.

stran: “meso xidiremin”, https://youtube.com/watch?v=R2RApg4pxJA