hepimiz kültürel bir hapishane içerisinde yaşıyoruz


içinde bulunduğun toplumun kültür normlarının senin için herşeyi belirlediğinden rahatsızsan, yani eğer kültürel bir hapishanedeymişsin gibi hissediyorsan,
ara ara şöyle bir şey yap.
bu bir tür test:
sahip olduğun her şeyi çıkar masaya koy;
dinini,
etnik aidiyetini,
hatta farklı canlılar içinde seni tanımlayan kimliği, ne diyorduk ‘hayvan-ı natık’,
mesleğini;
zenginliğini veya fakirliğini,
aileni…
….
tamamen üryan kal.
….
bedensel üryanlık değil kastettiğim.

ondan da öte, derini de çıkar.
göz rengini de.
tanımlayıcı bir şey kalmasın.
saç stilini hakeza.

masada çok şey birikmiş olmalı şimdi. tekrar giyinme vakti.
bu arada masa da masaymış ha. bana mısın demedi.

sonra masadakileri birer birer al eline. tefekkürle. bu kelimeyi çok seviyorum.
tefa’ul babından mübalağa ile fikir üretme durumu.
ne diyorduk.
devam edelim.
farklı perspektiflerle düşünerek giyinmeye çalış.
ilk defa deniyormuşsun gibi.
eline din gömleğini aldığında mesela.
İslam’ı yeni tanımaya çalışan bir Koreli gibi düşün.
neden o elbiseyi giymelisin. yakışacak mı sana?
gerçekten inanıyor musun? islam’ı ne kadar tanıyorsun ki?
öteki dinler hakkında bir fikrin var mı?
tamam, hazreti isa yaratıcının oğlu değil. bir kul. bu kısım aklına yatıyor. ama yine de iki seçenek içinden islamı seçmene yetecek mi. düşün korelisin bir de, daha farklı alternatiflere sahipsin.

neyse
diğer kıyafete geç.
teste girmeden önce anne~baba dediğin o iki insan evladını al karşına. çok sevdiğini söylüyordun değil mi. annen ve baban senin annen ve baban olmasaydı peki. yine aynı şekilde sevecek miydin.
psikolojik bir rahatsızlığı vardı hani annenin. yabancıları pek sevmezdi.
sen de yabancı oldun. ne yapacaksın. ex-annene selam bile vermeden yoluna devam mı ediyorsun. sorun yaşamayalım nemelazım.

herneyse uzatmayayım.
testimiz çok basit.
kıyafetlerini tanımaya çalışıyorsun bu yöntemle.
sahip olduklarına bağlılığını sağlayan nedir, bunu sorguluyorsun. o zaman
bedensel şeklin, kültür çevren, kimliğin seni kısıtlayan bir şey olmaktan çıkıyor. objektif düşünmeye başlıyorsun. sahip olduğun şeyleri daha farklı tartıyorsun. gerçekten neye inandığını farkediyorsun.
veya inanmadığını.

ölümlü bir elin intikamı.


dev bir kaya var. en tepesi kağıt gibi ince ve sivri. insanlar o kayaya tırmanıp bir ayin eda eder gibi intihar ediyorlar. hepsi aynı şekilde. ellerindeki bıçakları, kendi bogazlarına saplayarak. fiziksel bir zorlama olmadan. tamamen kendi iradeleriyle. kimisi en tepeye ulastığında bunu gerçekleştiriyor kimisi henüz ortalardayken. bedenlerinden akan kan kayanın yamacındaki çalılıkları suluyor. hayır, bir düzeltme yapmam lazım. çalı değil daha ufak otlar onlar. sonbahar yağmurlarıyla yeniden doğan otlar gibi. ölü bedenler bir süre sonra kayanın dibine doğru yuvarlanıyor.
o kayaya tırmandım.
niçin yaptım bunu bilmiyorum. hatırladığım tek şey, o sonu gerçekleştirmek için oraya tırmanıyordum. yolda tereddüt eden iki yaşlı insana bıçaklarını boğazlarına saplayıp ayinlerini tamamlamada yardım ettim. içlerinden birisi vazgeçmek istedi. biraz zor kullanmak mecburiyetinde kaldım. içimdeki dürtü bunun kutsal bir bir görev olduğunu, muhakkak herkesin yapması gerektiğini söylüyordu. en tepeye ulaştığımda kan kırmızı bir gün batımı vardı. güneş de bir çeşit kızıl elma olmuştu.
sonra nasıl olduysa aşağı indim…
en tepedeyken bıçakları boğazıma saplamayı unutmuştum.
elimde iki bıçakla şehirde geziyordum. köy de olabilir.
sonra şehir bir suriye şehrine dönüştü. başlangıçtaki ütopik durum kayboldu. daha gerçekçiydi. ama ellerimdeki bıçaklar. onlar elimde duruyordu öylece. iç savaş vardı. birçok farklı grup çatışıyordu. kürtler vardı, birinci grup araplar -bunlar bizim desteklediklerimiz olmalıydı-, biz kimdik, ikinci grup araplar, kürtleri destekleyen araplar, kendimi kürt olarak mı tanıtmalıydım, kürtlerden nefret eden araplar, hristiyanlar, işid, ve daha birçoğu… bulunduğum şehrin, köy de olabilir, kimin hakimiyetinde olduğunu kestiremiyordum. insanların beni karşı cepheden biri zannetmelerinden korkuyordum. işid kontrolunde bir sehirde kürt olmaktan korktum. esad’in eline düşmüş bir cihatçı. ama her nedense o bıçaklardan kurtulmayı beceremiyordum. ellerimdeki bıçakları göstere göstere sokakları geziyordum. tir tir titreyerek.
kayaya tırmanırkenki sahip olduğum soğuk kanlılık yok olmuştu.

anlatmayı kesti. belki de hikaye burada bitiyordu.
sonra pencereden yağan karı izliyormuş gibi dalıp gitti.
Sormadım.
geçen 3 yıl boyunca nereye kaybolduğunu, neden ailesi dahil kimseye haber etmediğini.
muhtemelen aynı yalanı söyleyecekti bir uzak doğu ülkesinde yüksek lisans yapıyordu. herkese farklı bir ülke ismi söylemişti. japonya, hong kong, malezya…

failiyet meselesi üzerine.


bir insan öldüğünde suçun birine yüklenmesi gerekir.

hastalığı suçlayabilirsin. görevini layıkıyla yapmayan doktorları suçlayabilirsin. yetersiz sağlık hizmetlerini suçalaybilirsin.

savaşı suçlayabilirsin. savaştan sorumlu gerizekalıları suçlayabilirsin. savaşa katıldığı için 20lik gençleri suçlayabilirsin. düşmanı suçlayabilirsin. toplumun huzurunu kaçıran gizli güçleri suçlayabilirsin.

silah üreticilerini suçlayabilirsin. ideolojileri ya da karl marx’ı.

afetleri suçlayabilirsin. üzerimize afetler gönderen tanrıyı suçlayabilirsin. afetler için önlem almayan devlet büyüklerini suçlayabilirsin. o büyükleri seçen halkı suçlayabilirsin. kitap okumayacak kadar tembel olan, okuduğu tek şey seviyesiz haber siteleri (!) olan insanları suçlayabilirsin. seçim günü oy vermeyi unutan trakya’lı amcayı suçlayabilirsin.

kaderi suçlayabilirsin. ortadoğu’da dünyaya gelmeyi.

dedim sultan misen, o dedi yoh yoh.


İngilizce’de kleptocracy diye bir terim var. Bir ülkenin rüşvet ve  yolsuzlukla olan içli dışlılığını belirtmek için kullanılıyor. Bunun da iki türlüsü var, kök salmış olanı ve yeşermekte olanı. Batılı  ekonomistler bu ikisi arasındaki farkı özellikle şu hikaye ile anlatırlar:

Bir gün Afrika’nın A ülkesinin bir bakanı Asya’nın  B ülkesini ziyaret eder. Görüşmeler esnasında mevkidaşının evine de konuk olur. Ev çok görkemlidir. Saray gibi. Afrikalı bakan merak eder mevkidaşına sorar, “Vaow, maaşınızla bu muhteşemlikteki bir evde nasıl yaşıyabiliyorsunuz?”. Asyalı bakan Afrikalı mevkidaşını odanın cumbalı penceresinin önüne götürür ve uzaktaki bir köprüyü işaret eder, “Şuradaki köprüyü görüyor musun?” diye sorar. “Evet görüyorum” der Afrikalı. Asyalı ötekinin kulaĝına eğilir ve der; “ Yüzde 10”. Proje  bedelinden bu miktarı cebe indirdiĝini kastetmiştir. Sonra, bir yıl geçer. Bu sefer Asyalı bakan Afrikalının ülkesini ziyaret eder.  Aynı şekilde Afrikalı bakan da mevkidaşını evine konuk eder. Asyalı bakanın şaşkınlığı daha büyük olur çünkü ev saraydan da daha ihtişamlıdır. Dayanamaz sorar. “Peki sen  nasıl bu eve sahip olabiliyorsun?”der.  Afrikalı bakan konuğunu pencerenin kenarına götürür ve uzağı işaret eder.  “Şuradaki köprüyü görüyor musun?” der. Asyalı bakan, görünürde hiçbir köprünün olmadığını söyler. “Haklısın orada hiçbir köprü yok” derAfrikalı, ve mevkidaşının kulağına eĝilip, “Yüzde 100” der.

Bu hikayeyi niye anlattım biliyor musun?

Geçenlerde istemeyerek seçim tartışması yapılan bir ortamda bulundum. Birileri (ki bunlar ta Güney Kore’de yaşayan insanlar) Türkiye’deki bir siyasi partinin aleyhine ve lehine hararetli hararetli tartışıyorlardı. Tam da o an şöyle ilginç bir diyalog oldu. Birisi Türkiye’deki Ö partisinin hırsızlık, yolsuzluğundan falan dem vurdu. Öteki de;

“Bunlar çalıyor ama yapıyor be abi,?!” dedi.

Öyle ya, bizim ülkemiz kleptocracy denen şeyin daha birinci seviyesinde. Artık İkinci aşamaya geçsek de hayalden köprülerden geçsek…

hocam cennetin rengi nedir?


dini bir sohbetteydik.

saatlerce cennetin güzelliğinden bahsedildi. kesintisiz bal akıtan çeşmeler, hizmetçiler falan gibi şeyler. bilirsiniz işte. bir de def-i hacet ihtiyacının olmamasına vurgu yapıldı.

tüm bu tasvirler insanlara çok hoş gözükebilir, ama yine de genel olarak cennet tasviri yapmanın ne kadar doğru olacağından şüpheliyim.

hocaefendinin hayalindeki ‘en güzel ev’ ile senin hayalindeki farklıdır.

çünkü ben, cenneti Borges gibi bir kütüphane olarak hayal etmek istiyorum. ama bir kütüphane bir başka mümin için pekala sıkıcı bir yer de olabilir.

yine de inanç konusunda fazla artistlik yapmamalı, felç olan bir elin hissettiği hiçliktir. duyguyu, his alma yetisini, herşeyi O halk ettiği için biz sadece sevdiğimizi zannederiz. fiil veya haz alma yetisi yaratılır. O yaratır.

neyse.

ama hocaefendiler de kendilerince tasfir yapmasınlar yani. O’nun bana verdiği zevk hisleri daha farklı bir cennet hayal ettiriyorsa bunda benim suçum nedir ki.

Capture d’écran 2011-04-15 à 21.44.55 Görsel: 1973 yapımı La Planète Sauvage filminden bir sahne. Bu vesileyle bu filmi de izleyin.

Her şeye rağmen aciziz. (?)


bundan yaklaşık 1 ay önce samsung, hyundai gibi global şirketlerin memleketi güney kore’de bir gemi kazası meydana geldi. bu kaza esnasında gemiden 171 kişi kurtarılabildi. gemide geri kalan 286 kişi ise gemi ile beraber denizin derinliklerine süzüldü. yavaş yavaş. geminin batış anları tüm ülkede canlı olarak izlendi.  286 kişinin ölüme gidişi televizyondan canlı ve naklen tekrar tekrar izlendi. çağımız bu sahneyi televizyondan izleme olanağı sağlarken o gemi ile batan 286 kişiden birini dahi kurtarma imkanı vermedi.

tuhaf… her şeye rağmen aciz miyiz.

tumblr_n45pq3r4U01ql8pddo1_500kazadan bir hafta sonra derste ağlamaklı olarak ülkenin halini analiz eden koreli hocamın ifadeleri. herşeyi yapıyoruz. ülkemizle övünüyoruz, böyleyiz şöyleyiz diye. ama…

 

veya ah muhsin ünlü’nün dediği gibi mi;

”insan acizdir muhtaçtır fazla artistlik yapmamalıdır” 

 

bir de şu var; hiç artistlik yapmadan ellerimizle toprağı kazdığımız madende de ölüyoruz. kader mi yoksa.

Taksim – Hacıosman Metrosunda Sigara İçip, Şiir Okuyan Adam


Siz sağlıklı olanlar!   Sağlığınız ne anlama gelir?
İnsanoğlunun bütün gözleri, içine…  Daldığımız çukura bakıyor.
Özgürlük faydasızdır…  Eğer gözlerimizin içine bakmaya…  Yemeye, içmeye ve…  Bizimle yatmaya cesaretiniz yoksa!
Dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler…   Sözüm ona sağlıklı olanlardır.

Yukarıda yazdığım sözler Tarkovsky’den, ‘Domenico’nun Haykırışı’ sahnesinden….

Üstüne sözü olan..?

 

twitter.com/cinorek

Alternatif Protesto Önerisi


if they dont repair the roads just do it

Bir süre önce bir Doğu Avrupa ülkesinde gerçekleştirilen bir protesto. Yoldaki bozuklukları düzeltmeyen yönetime karşı geliştirilen hareketin sloganı:

Eğer Onlar Yolları Düzeltmezse Bundan Deneyiniz’ 

Çok güzel bir düşünce. Yoldaki çatlaklara işlev vermiş oluyorlar. Bir fidan veya bir çiçek; bir koca isyan.

Buradan alternatif bir Gezi Parkı protestosu geliştirilebilir.

Eylemin yönünü milliyetçi şovdan biraz daha yeşil protestoya çevirirsek daha tatlı olur kanımca. Tabi Kemalist ergenler müsaade ederlerse. Malum sadece yakıp yıkmaya odaklanmış deli dana gibiler şu an.

twitter.com/cinorek

Bu Kış Devrim Gelecek


Haydi biraz devrim şaşırtmacası yapalım.  Sana devrim, Komşuya devrim, Dosta devrim, Düşmana devrim….Tahrir’de devrim…Gezi Parkı’nda devrim…Azadi Meydanında devrim…. Solcuya devrim… Irkçı Kemaliste devrim…

Ve devrim hülyasındakilere komşudan bir devrim gazı: Sar Omad Zemestan. Başımıza kış geldi… İran seçimlerinden sonra yükselen özgürlük hareketinin simgeleştirdiği muhteşem şarkı. Komşunun Çav Bella’sı. Serin olsun gazınız.

 

twitter.com/cinorek

Şehrin Ölümü; Zeytinburnu Yaratıkları, Gezi Parkı, 3. Köprü…


Şair yıllar önce bakın nasıl anlatmış şehrin ölümünü. Üstelik şehri öldürenlerin pek sevdiği bir şairdir o. Şehir an be an ölüyor, biz ölüyoruz…:

Duvarlar çıkıyor önüme
Şehrin mahpus yüklü duvarları
Hiçbir sır kalmamış ardında hiçbir duvarın
Nereye gitti diyorum benim elbisem nerede
Şehir soyunmuş diyor biri
Şehrin elbisesini çalmışlar
Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın
Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle
Mor bir kabus çöküyor üstümüze
Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle

gezi3
Veda çizgisi 
Kalabalık toplanıyor büyük meydanlara 
———————— Aşka veda 
İnsanlar geçiyor yollardan 
———————— İnanca veda 
Şehir kapanıyor içine 
———————— Toprağa veda 
Dolaşıyor bir heykelin taştan eli üstlerinde insanların 
Kuşlar göç ediyorlar bulutlar göç ediyorlar 
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların 
———————— İnsana veda 
gezi-parkı-slogan
Bir gezgin adam 
Bir adam belki de en çok bir rüzgardır şimdi 
Sisli yabancı gölge gibi gezgin bir rüzgar 
gezi2Şehri bir yabancı gibi dolaşıyor 
Şehrin mabetleri bir bir tükeniyor 
Başlıyor içinde sonsuz susuzluk 
Avuçların içi terliyor. 
Kaos 
Kirli yollar kapansın sular akmasın deniz 
sığmasın kabına 
Gün batmasın aydınlatsın yüzlerde 
umutsuz mahkumluğu 
Makineler çalışsın taşlar yarılsın ortalarından 
Anneler ağlamasın çocuklar gülmesin 
Gök çöksün toprak başkaldırsın su sussun 
Ağaçlar durmasın bütün saatler dursun 
Durmasın ulu rüzgar şehri göklere savursun. 
Durum 
Makinalar bir elin baş parmağını çarmıha geriyorlar 
gezi4Akıl bir akreptir intihara hazır. 
Anı 
Bizim ellerimiz vardı şimdi onlar nerede 
Kadife gibi okşardık çocuk yüzlerini şimdi onlar nerede 
Şehirde evler olurdu sıcak odaları olurdu evlerin 
Sığınacak yatakları olurdu bu bizim yatağımız derdik 
Bayram günleri donanırdık su gibi yumuşardı 
yüreklerimiz 
Camilere dolardık tüm olmaya ererdik 
Biz vardık şimdi o biz nerede. 
Bitiş 
O en öksüz köşesine sığındığımız yalnızlığın 
Yalnızlığın teselli çiçekleri üstümüze 
Göçen son kuşların sedef gagalarından dökülür 
Şehir bir mahşer gibi içimizde ölür. 1968
İstanbul
Ve Şehrin Kurbanlıkları;”Kurbanlıklar süslenirdi…”

Demokraa-aasiii Çoktur Türkiyaaamızda…



Sevgili köylü kardeşlerimiz! Köylü yurdun efendisidir,Efendiliği asla bırakmayınız.
Uygarlık ulusal hedefimizdir, pijamasız yatmayınız.!

Sevgili köylü kardeşlerimiz !Taban fiyatlarını ayarlıyoruz, uygarlık işini tımarlıyoruz

Sevgili işçi kardeşlerimiz! Grevlere boykotlara yüz vermeyiniz,
Bin verip bir alıp şükür deyiniz.
İktidarınız sizi seviptirsindir, her bir işinizi görüptürsündür .
Size çok çok dualar ediptirsindir.

Biz burada dalgamıza bakmaktayızdır, ama yeni yeni piyasalar açmaktayızdır.
Bakınız gelişip serpilmekte bit pazarımız, emrinize amadedir bankalarımız.
Yalandır kredi yolsuzlukları, tefeci yoktur türkiyaaamızda
demokraaasi çoktur yurdiyamızda, amerikan copları ardiyamızda…

Adalet diyerek tutturuyolar, aklımızı fikrimizi fırttırıyolar
İşçiyi köylüyü hop ettiriyolar,gençlerimizi polise cop ettiriyolar
Hop ettire cop ettire
Ne olacak sonu aziz yurttaşlarım ne olacak sonu

Biz müreffeeeehh…
Biz gelişmiş demokraaatiiikk…

Söz: Hasan Hüseyin Korkmazgil
Müzik: Özgürlük Türküsü

İyi oldu bu. hem ustayı hatırladık…

Mevlana’yı Saraylara Hapsetmişler


Şeb-i Arus Son yıllarda her Şeb-i Arus geldiğinde tuhaf bir şekilde hüzünlenirim… öfkelenirim…

Mevlana’yı anlayamayan bir yığın godaman toplaşır Mevlana’nın girmeyeceği na-mütevazi mekanlara. Adeta oynatırlar dansöz misali semazenleri.

Daha fazla bir şey söylememeliyim. Mevlana’nın bir beyti var ki tamamen bunlar için yazılmış, ezbere bildiğim 70-80 beytinden biridir Mesnevi’nin:

Her kesi ez zann-i xod şod yar-i men

Vez derun-i men necest esrar-i men

Mevlana’yı bir reklam objesine çevirmiş bu kapitalistler (bu kelimenin laşkası çıkmış olabilir ama burada kullanmalıyım) Mesnevi’nin Farsça olduğunu belki bilmezler. O yüzden Türkçe’ye çevirmeye çalışayım da Mevlana onların hakkında ne demiş öğrensinler:

Herkes kendi zannınca bana yar oldu

Ancak benim derinime, esrarıma ulaşamadılar

Şimdi varın siz anlayın Mevlana’nın bunları tanıyıp tanımadığını. Mevlana pek ala bilir ki bunlar ceviz kabuğunun üzerine konmuş pis kurttan farklı bir şey değillerdir…

Geçen sene aynı gün yazdığım ilgili yazıya da buradan bakabilirsiniz…

Bunca kötü hal üzerine biraz da güzel şeylerden haber eyleyeyim. Galata Mevlevihanesi’nde güzel bir sergi var bu aralar. Bağdat’lı sanatçı Souadad Kandemir’in çalışmalarını kaçırmamanızı tavsiye ederim… Hem bilvesile Şeb-i Arus günlerinde Şeyh Galip-in kokusunu almış olursunuz…

Yazıdaki iki çalışmada sergiden. Souadad Hanım kendisi de sergisinin başında duruyor konuşmak isterseniz çok sevimli hubsohbet birisidir.

DSC_0350

 

 

Cinorek

twitter.com/cinorek

Cami Yapmaca veya Mimarcama


 

Bir gün başbakan Kahramanmaraş sokaklarında dolaşırken ulu bir tepe üzerinde duran yine ulu mu ulu bir cami başbakanın gözüne çarpar. Öyle bir çarpar ki başbakan travma geçirir. Ve o camiyi unutamaz. Ve yaşadığı o ilginç düşler aleminde o camiyi her tepede hayal eder. Hatta, imkan olsa da şu Everest’in tepesine de diksem şundan, deyu deyu hayaller kurar..

Bir vakit sonra başbakan muhafızlarını Kahramanmaraş’a gönderir. Tiz elden o caminin mimarı Payıtahta getirilir. Hayaller gerçekleştirilir.

Ondan sonrası başbakanın düşlerini gerçeğe döker. Tüm tepeler ve tepecikler başbakanın mimarının Sultanahmet Camii uyarlamalarıyla süslenir… Başbakan mimarını çok sever…

Başbakan mimarına bir isim takmayı da ihmal etmez. Ona göre Mimar Sinan’ın ruhu kendisinin Kahramanmaraş’lı mimarının bedenine geçmiştir. Bundan dolayı Mimar Sinan’ın 400 yıl önce bıraktığı yerden camilerini yapmaya (copy paste) devam eden mimarına Junior Sinan ismini takar…

Çok da güzel olur. Çok da hoş olur. Oh!

twitter.com/cinorek

Baba, onlar insanmış ama!


Bir arkadaşımın sekiz yaşındaki kızı evde ana haber bülteni izlenirken sormuş: “Baba, cezaevinde açlık çekenler ne?”

Arkadaşım anlamamış, daha doğrusu lafın, o yaşta çocuğa yeni başlayanlar için Kürt meselesi noktasına gideceğini düşünüp, “Mahkûm kızım, mahkûm… Hadi sen ödevlerini yap” deyip geçiştirmeye çalışmış.

Küçük kız kısa bir müddet ortadan kaybolmuş.

Arkadaşım bu esnada klasik bir baba tadında, yahu daha çok erken değil mi bu mevzuları anlatmak için diye düşünürken, Google hazretlerine“mahkûm” yazıp cevabını alan kızı geri dönmüş.

Ve şaşkın bir hâlde şöyle yenilemiş sorusunu: “Baba onlar insanmış ama!”

Taraf Gazetesinden Demiray Oral’ın yazısının tamamını  buradan okuyabilirsiniz

Ben Mimar Oldum…


Bugünden itibaren ben, yani mimar diye tabir edilen zevattan şahıs yeni bir hayata başlıyor.

Mimar oldum ben.

Andan  itibaren işim güzel şehrimiz İstanbul’a çirkin binalar yapmak olacak… Çok yıllar önce büyük ustaların, Mimar Sinanların yaptığı işi bugün ben ve ekibim bu şehirde yapacağız. Yaptığımız iş onlarınkiyle aynı büyüklükte olacak. Büyüklük dedim de ters yönde büyüklükler olduğunu söylemeyi unutmuşum.

Ağazadeler yaptığımız projelerde çok seçici olacaklar.

Bu değil! Bu da değil! Bu hiç değil!  

gibisinden laflarla içlerinden en saçma, en iğrenç şeylerimize

İşte bu! 

diye haykırarak, hiç bir merciden en ufak bir engel görmeden alıp koyacak kütle şeklini şehirlere projelerimizin.

 

Yeni mekanıma ofisime vardım bu sabah. İlk iş şehrin en iyi şekilde nasıl içine ederim deyu ofisimizin önceki projelerine baktım. baktım… baktım… baktım…

Çok değişik duygular içindeyim. Bir ihanet tadı alıyorum. Birilerine ihanet ediyorum galiba. Tanrım kime?  Kendime mi, hayatıma mı, yoksa insanlığa mı? bilmiyorum…

 

Tüm mahlukattan af diliyorum. Ben ne yaptığımın farkında değildim….

 

twitter.com/cinorek