Şehirde Yürüyen Kulevinçler


Bir yıldır İstanbul’un kenar bir mahallesinde yaşıyorum. Yaşadığım bina, yerleşim yerinin sonunun işareti olan bir tepeye bakıyor.  Ve bu tepe, beton yığınları haricinde izleyebildiğim tek dış mekandır benim için. Zihnimin temiz bir odasını ona rezerv ederim. O da bana doğallığını ikram eder. Birkaç ağaç ve betondan arınmış temiz toprak.

O yükselti ile ilgili tuhaf hikayeler uyduruyorum zihnimde. Zihnimde, çünkü orayı tanıyan kimse yok birlikte konuşacağımız. İnsanlar meşgul. Bihaberler çevrelerinden.  Bedenleri sadece bu şehirdedir. Ruhları,  ölü ruhlar…

Her gün değişiyoruz. Her gün bir şeyler uçup gidiyor hayatımızdan. Her gün bir şeyler usulce sızıyor hayatımıza aynı zamanda.  Bir de tüm zalimliğimize boyun eğen, küsüp gitmeyen şeyler var. İstanbul Boğazı gibi, Fırat Nehri gibi mesela. Şu penceremden izlediğim tepecik gibi aynı zamanda.

Belki İstanbul’un yedi tepesi kadar meşhur olmasa da oranın da bir hikayesi olduğuna eminim. En azından insanoğlundan birileri durup ona bakmıştır, göç ederlerken kenarından.

Ben oranın bir Nekropolis olduğunu, yani bir ‘ölüler şehri’ olduğunu düşünüyorum. Gerçi bunu Yaşar Kemal’in ‘Binboğalar Destanı’ romanından sonra, gördüğüm her tepe için hayal ediyorum ya.  Yine de burası daha farklı, bir insanlık gizemini taşır gibi bir ağırlığı var.

Sonra fark ettim ki orada aslında bir mezarlık da varmış. Demek ki öfkesinin çapı bütün şehri içine almaya yetmeyince bizzat düşmanlarını seçip içine almış. Pratik çözüm. Düşmanlarını içine alıyorsun sonra alabildiğince kuvvetinle sıkıyorsun.

Şimdi hayallerimi doğrular bazı kanıtlar bulduktan sonra bir farklı temaşa ediyorum orayı.

Bir şehirle aşk yaşayabilir insan. Belki İstanbul bunun için bir hayli büyüktür ve çoktan geçmiştir kaçamak yaşlarını. Ama gençlik çağında çocukları var İstanbul’un. Çamlıca Tepesi gibi. Galata Kulesi  gibi. Cihangir semti gibi. Lakin İstanbul’un çocukları çok popülerdir, çok aşıkları vardır. İşte bu noktada şanslıyım galiba. Benimkisi pek popüler olmayan, bir ismi var mıdır, onu dahi bilmediğim, pek mütevazı bir yerdir.

Sessizlikten ve sadece bakışmalardan ibaret bir ilişkimiz vardı. İlişkimiz rayında gidiyordu son haftalara kadar. Ta ki son bir haftadır üzerime çöken tedirginliğe ve huzursuzluğa kadar. Birileri gelecek ve onu alacak gibi hissediyorum…

Ve bugün bir Pazar sabahı…

Uyanmak mı? Bilmiyorum araftayım, yeni güne erken başlamakla hiç başlamamak arasında. Güzel bir Pazar günü programı yapmakla uykuya pes deyip onun emrine amade olmak arasında.  Uykuya çeken güçler pek bir güçlü. Saatin alarmına sert bir yumruk atarak teslim bayrağı çekilebilir her an. Veya son bir hamle yapıp pencereden dışarı bir bakış atmaya ikna edilebilir

Nihayet gücümü toplayıp penceremden dışarı ve ilk olarak göreceğim tepeciğime bir göz atmak için pencereme yöneliyorum.

Rüya görmeye devam mı ediyorum, bilmiyorum ama sanki bir yaratık var dışarıda. Gözlerimi olayın ehemmiyetine vurgu yaparak daha bir dikkatli bakmaya ikna ediyorum. Gözlerim ise bir an önce yatağa dönmek arzusundalar.

Evet  evet, gerçekten dışarıda bir canavar var. War war war… Metalik görünüşlü irice bir canavar. War war war… Etrafına saldırıyor. Bizim yani Ademoğlunun canavarları gibi değil. Uzaylı mı acaba? Onca yıldır beklediğimiz uzaylı denyolar bunlar mı? Yerdeki taşları, toprakları ve ağaçları ağzına alıyor. Yukarı kaldırıyor. Sonra da gökyüzünde ham diye ağzına atıyor. Dünyamızın asli yerleşimcilerinden olan tavuk topluluğu gibi. Onlar da yerden bir şeyler alıyor, bir yudum su mesela. Kafalarını havaya dikiyorlar. Sonra ham yapıyorlar. Sonra tekrar, tekrar.

Biraz daha halet-i nevmden aydınlığa gelince acı gerçeği fark ediyorum. Bu çok iri bir yaratık. Tavuklar bize göre ne denli küçükse biz de bu uzaylı sisteme o kadar. Yani artık biz mi tavuğuz bu gezegende. Ayak altında dolaşmamalı mıyız bundan böyle? Ama neden?

‘Höst ulan! Ne istiyorsunuz dünyamızdan? Biz sizin dünyanıza geliyor muyuz?’ diye haykırıyorum.

Onların gezegenine gitmeyi bir anda hayal ediyorum. Aslında biz de onların gezegenine gitmeyi çok isteriz. Ama bozuntuya vermeden devam ediyorum haykırmaya;

‘Biz sizin tepelerinizi yerle yeksan ediyor muyuz? Rahat bırakın bizi!’ ‘Tutmayın bre ben!’

Birileri beni gerisin geri çekiyor. Uyku meleklerim galiba. Uykucu güçler tüm donanmalarını harekete geçirmiş beni geri yatağa çekiyor. İçlerinden biri şu şekilde beni kandırmaya çalışıyor;

‘Yapma ağabey, büyütülecek bir şey değil. Sadece akşam izlediğin uzaylı filmin etkisinde kalmışsın. Gel uyu biraz. Toparlarsın’

Gerçekten öyle mi. Şu koca cisimler dünyamız ölçeğinde hiç abartılmayacak, gayet sıradan şeyler mi? Kafam karışık. Pes ediyorum.

Merhaba uyku. Selam rüyalar alemi, ben geldim. Rüyalar dünyasında her şeyi görmek mübah olduğu için korkularım uçup gidiyor. Bir hafiflik geliyor üzerime.

Rüyadayım. Ama uykuya çekilirken yanlışlıkla dışarıdaki metalik sistemi de yanıma almışım. Ve şu an rüyamda benimle birlikte. Ne var ki korkacak bir şey yok, rüyada pek sevimli. Hep onunla birlikte takılıyoruz. Benim çocukluğuma gidiyoruz. Ben onun kolları arasında salıncak kurmuş binaların üzerinde uzunca mesafelerde sallanıyorum. Etrafta başka kimseler yok. Şehirde insanları aramaya çıkıyoruz sonra. Ben onun sırtına biniyorum. O hareket ediyor. Her adımında üç beş binanın üzerinden atlayarak koşuyor. Kendimi bir süper kahraman gibi hissediyorum. İnsanları kurtarmaya koşmak istiyorum. Ama koca şehirde hiçbir insan bulamıyorum. Geç kaldığımı fark ediyorum. Yorgunlukla birlikte ümitsizliğe düşüyorum. Beni yere indiriyor. Koca metalik gövdesi ile bana gölge yapıyor. Sonra ben zaten rüyada olduğum halde tekrar uykuya dalıyorum.

Ve bu uyku tekrar beni kaçamadığım dünyaya geri getiriyor. Çok yorgun olduğumu hissediyorum. Gördüğüm kabusun etkisiyle acele olarak insanları görmek istiyorum. Ve bunun için kendimi sokağa atıp insanların arasına karışıyorum. İnsanlara bakıyorum. Onlar bana bakıyorlar. Şehrimizin, belki dünyamızın işgal edildiğini söylemek istiyorum. Ama anlamazlar diye vazgeçiyorum. İnsanlar her şeyden habersizler. Ve ben çok yalnızım şu dünyada. Sahilde yalnızlar rıhtımına uğradıktan sonra akşama doğru evime dönüyorum.

Sabah gördüğüm şeyin bir yanılma olduğunu dileyerek pencereme tekrardan yöneliyorum. Hayır, artık çok geç. Sabah tek olan yaratık sayısı üçe çıkmış. Ve saldırganlıları da misliyle artmış.

Bu vakitten sonra her pencereye çıktığımda sayılarının arttığını görüyorum. Ve tepecik her geçen gün eriyor.

Ve yaklaşık bir ay sonra tepeciğin yerini onlarca beton yığını almış oluyor.

Artık çok geç. Ve ben çok yalnızım bu şehirde…

twitter.com/cinorek

Fotoğraf: Ömer Doğan

One Response to Şehirde Yürüyen Kulevinçler

  1. Geri bildirim: Blogta 2012 Yılı « Cinorek

Çay içer miyiz!!!!!